Forum16 The Official Web Site®
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
Forum16 The Official Web Site®

| Forum16 The Official Web Site | Dersler | Proğram Arşivi | Oyun Dünyası | Bilgisayar Teknolojileri ve İnternet | Kültür & Sanat & Tarih | Dizi & Sinema ve Televizyon Dünyası | Müzik | Spor | Güncel Haberler |


Bağlı değilsiniz. Bağlanın ya da kayıt olun

İslâm İnsanını Bulmak İçin...

Aşağa gitmek  Mesaj [1 sayfadaki 1 sayfası]

1İslâm İnsanını Bulmak İçin... Empty İslâm İnsanını Bulmak İçin... Paz Mayıs 25, 2008 4:23 pm

DarkZomBie

DarkZomBie
Webmaster
Webmaster

İslâm İnsanını Bulmak İçin...

İlk insan ve aynı zamanda ilk Peygamber Hz.Adem’den Hz.Muhammed (a.s)’e kadar Allah elçilerinin vazifesi insanları Allah’ın yoluna çağırmak olmuştur. Her peygamber ilâhî vahyi aldıktan sonra mecrâsında ısrarla akan su misali varıp ihyâ edeceği insanı aramıştır. Bu sebeple bütün ilâhî dinler ve özelde İslâm dini ‘davet dini’ olarak da bilinmektedir. Özellikle Allah’ın insanlığa son hitâbı Kur’an’a göre her müslümanın İslâm hassasiyetini ve gereklerini şahsî davranışlarında ortaya koyması kadar başkalarına anlatma ve aktarma gibi sorumlulukları da bulunmaktadır.1 İşte bu sorumluluğun yerine getirilmesine ilâhî mesajın insana ulaştırılması anlamında ‘tebliğ’ denilmektedir. Benzeri başka âyetlerde olduğu gibi Asr sûresinin şu âyetleri bunu çok güzel ortaya koymaktadır : “ Asra yemin olsun ki, insan ziyandadır. İman eden, âmel-i sâlihde bulunan, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnâ”2 ‘Tebliğ’ vazifesi aslında Yaratıcının insanoğluna takdir ve tayin ettiği ‘var oluş gayesi’ne dayanmaktadır. Çünkü insan kendi varlığına ve diğer varlığa İslâmı öğrendiği ve öğrettiği kadar anlam kazandırmış olmaktadır. Bizzat Allah’ın müslümana yüklediği söz konusu tebliğ sorumluluğunun temelinde şöyle bir mânâ bulunmaktadır ; İnsan bu dünyaya Allah’ın dilemesiyle imtihan için gelmiştir. Dünya hayatı geçicidir. İnsan yapıp ettikleriyle bu dünyadan sonra gideceği ahiret yurdunda kendi konumunu ve durumunu belirleyecektir. O halde ebedî ve gerçek hayatın ahiret hayatı olduğunu bilen bir müslüman sadece kendisini kötü sondan korumaya çalışmakla kalmamalı diğer insanların da kurtuluşuna vesile olmalıdır. Bu sebeple İslâm zâviyesinden bakıldığında ilmin gizlenmesi (ketmi), ve faydasız ilim zemmedilirken ilmi öğrenen ve başkasına öğretenler övülmüşlerdir.
Hiç şüphesiz tebliğ bir eğitim faaliyetidir ve muhatabı insandır. Fakat irâde ve tercih etme imkânı, maddi ve manevî zaafları, dışardan gelen farklı telkinler ve muhitin menfî etkisi gibi hususlar insan eğitiminin ve tabii tebliğin önemli olduğu kadar meşakkatli bir mahiyet taşımasını da beraberinde getirmektedir. Nitekim pek çok insanın bizzat Peygamberlerin tebliği karşısında bile daha önceden sahip oldukları örf, adet, düşünce ve özellikle de inançlarından kolayca vazgeçemedikleri tarihi bir vâkıadır. Kur’an dâveti karşısında putlara tapanların “Babalarımızın tapmış olduklarını bırakmamız ve bir olan Allah’a ibadet etmemiz için mi bizim başımıza geldin? ”3 demeleri böyle bir ruh halini yansıtmaktadır. Gerçekten vahye yöneltilen red ve itirazların temelinde Peygamberin tebliğ ettiği dinin, batıl da olsa babalardan ve dedelerden görüp inanılan inançların yerine geçeceği düşüncesi ve korkusu önemli bir yer tutmaktadır. Kur’an’ın yirmi üç senelik zaman diliminde parça parça indirilmesi, ilk inen âyetlerde çoğunlukla inanç esasları üzerinde durulması, ahkâm âyetlerinin daha çok sonraki dönemlere bırakılması ve esnek bir geçişle istikrar bulması, Hz. Peygambere (s.a.v) zaman zaman tebliğde izleyeceği üslûp ve usûlün gösterilmesi , önceki peygamberlerin tebliğlerinden örnekler verilmesi gibi durumlar ilâhi terbiyenin İslâm’ın benimsenmesi için zamanı ve beşerî özellikleri dikkate aldığını göstermektedir. Bunların hepsi bizzat insan için gelmiş ‘din’den insanı nefret ettirmemek ve uzaklaştırmamak gerektiğini ortaya koyar. Nitekim Hz. Aîşe validemizden gelen bir rivayette şöyle denilmektedir : “Kur’an’dan illk inen âyetler cennet ve cehennem bahsinin geçtiği âyetlerdir. Ta ki, insanlar İslâma girdiklerinde helâl ve haramla ilgili olanlar inmiştir. Şâyet Kur’an’dan ilk inen âyet ‘içki içmeyin’ şeklinde olsaydı tabiatıyla insanlar ‘içkiyi asla bırakmayız’ derlerdi. Yine âyetler daha başta ‘zina etmeyin’ şeklinde inseydi şüphesiz insanlar ‘zinayı asla bırakmayız’4 derlerdi.
Öte yandan Kur’an’ın ve tabii Peygamberimizin (s.a.v) bütün bu yumuşak ve tedrîcî yaklaşımlarına rağmen ilâhî davete icâbet etmeyip küfürde ısrarcı olmuş, hatta canı ve malıyla son nefesine kadar İslâm’ın karşısında durmuş kişilerin var olduğu düşünülürse tebliğ işinin çetin bir mücadele ve sabır gerektirdiği daha da iyi anlaşılmaktadır. Peygambere muhalefet aslında tüm peygamberlerin hayatlarında karşı karşıya kaldıkları bir durumdur ve Kur’an’ın deyişiyle bu onların sünnetidir.5 Bu değişmez gerçeklik, yukarıda da belirtildiği üzere insanın imtihanını ve dünyada niçin var olduğunu da anlamlı kılan bir durumdur ve müslümanın hayatta oldukça ve gücü yettikçe hak için ‘âmil’ olması gerektiğini ihtiva etmektedir. Kur’an bu noktada peygamberlere tabi olanlara da âhiret hayatının nimetlerini hatırlatmakta, cennete giden yolun çok rahat katedilmediğini vurgulamaktadır : “Yoksa sizden öncekilerin halleri sizin başınıza da gelmedikçe cennete gireceğinizi mi zannettiniz...”6
Şunu belirtmekte fayda var ki, tebliğe kayıtsızlık gösterilmesi, dâvetin reddedilmesi gibi tepkilerin bir insan olması hasebiyle tebliğ sahibini hiçbir şekilde etkilememesi düşünülemez. Ancak bu etki harcanan çabanın sonuçsuz kalmasından değil müslümanın kendisi kadar başkası için de ahiret endişesi taşımasından ileri gelmektedir. Beşer yönleri olduğundan Peygamberler de zaman zaman bu ruh halini yaşamışlardır. Peygamberimiz (s.a.v) sevgi ve merhamette inananlara ne kadar düşkün idiyse7 bütün gayret ve isteklerine rağmen kendisine inanmayanlar için de o derece derin üzüntü duymaktaydı. İşte Kur’an Peygamberimizin (s.a.v) bu derin üzüntüsünü şöyle ifade etmektedir; “Herhalde sen, onlar bu söze inanmıyorlar diye üzüntünden kendini helâk edeceksin.”8 Her şeye rağmen tebliğ ve da’vet dînî hayatın devamı açısından vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Fakat bu yolda karşılaşılan olumsuzluklar tebliğ sahibinin azim ve şevkinin kırılmasına, ümitsizliğe düşmesine asla sebep olmamalıdır. Sözlü ve fili pek çok engellerin görüldüğü Mekke döneminde inen âyetler bu durumu sıkça vurgulamaktadır. “Sana ancak ulaştırmak düşer.”9 “Sen onlar üzerine bir vekil, bekçi değilsin”10 “Sen sevdiğin kişiyi doğru yola getiremezsin fakat Allah dilediğine hidâyet verir.”11 “ Sağır ve dilsiz olanlara hidayet verecek olan sen misin? ”12 Tebliğci, insanların hidâyete ermelerinden değil, dini onlara ulaştırmaktan mes’uldür. Karşılaşılan sıkıntı ve ilgisizlik tebliği bırakmayı gerektirmemektedir. Nitekim Allah’ın elçisi Yûnus (a.s) kavminin kendisini ısrarla reddetmesinden artık öfkelenmiş ve kendi tercihiyle terk-i diyâr etmişken Allah onun bu davranışına razı olmamış ve bu yüzden ayrıca imtihan etmiştir.13

Kur’an’da gördüğümüz üzere şiddetli muhalefete maruz kalmalarına rağmen -her ne kadar bunun üzüntüsünü hissetseler de- Allah’ın dinini anlatmaktan vazgeçmemeleri Peygamberlerin ve bağlılarının ana husûsiyetleridir. Kur’an insanları dine da’vet ettiği için yalanlanan, tehdid edilen, taşlanan, yurdundan çıkarılan hatta öldürülen peygamberlerden bahsetmektedir.14 Peygamberlerin ve inananlarının sabır ve mücadelelerinin sıkça Kur’an’da yer alması, hatta tekrarlanması türlü kısıtlama ve tecridle geçen Mekke dönemindeki müslümanlara yönelik birer tesellî olduğu kadar onları tebliğ ve da’vette sebâta ve devamlılığa teşvik etmektedir. Ayrıca içinde bulunduğu toplumun bütünü tarafından hüsnü kabul görmüş bir peygamber bulunmamaktadır. Bugünkü ortalama hayat süresinden çok daha fazla ömrü olmuş ve kavmi içinde dokuz yüz elli sene bulunmuş Nûh (a.s)’a pek az kişi inanmıştır.15 Lût (a.s) yanındaki üç beş mü’miniyle şehri terk ederken karısı helâk olanların içinde kalmıştır.16 Ebû Leheb, Ebû Cehil gibi inkârcılar aslında dini anlatan sıradan bir mümini değil vahyi bizzat alan Peygamberi yalanlıyorlardı. Bütün bunlardan anladığımıza göre sabırla İslâmla buluşacak insanı aramak üzerimize düşen bir borç, bir peygamber mîrasıdır. Bir kişinin imanına vesile olmak bizim için dünyanın içindeki en kıymetli şeylerden daha değerlidir.17 Tâif’te taşlanmasına rağmen ‘Allahım! Sen bana gazaplı değilsen ben onlara aldırmam!...’18 demesi Peygamberimizin (s.a.v) bir kişi için bile olsa hidâyet beklentisi ve ümidiyle taşıdığı derin hassasiyeti ve sorumluluğu ifade etmektedir. Doğrusu tebliğ edilen âmâ bir kişi de olsa “Ne bilirsin belki, öğüt alacaktı…”19 meâlindeki âyet bu tavrı telkin etmektedir. Bu durumda bilmeliyiz ki, tebliğin kendisi kadar, tebliğde takip edilen metânet, letâfet ve merhamet Allah elçilerinin yoludur. Nitekim âyette “Şâyet sen katı kalpli olsaydın etrafından dağılır giderlerdi’20 buyurulmaktadır. Câhiliyye adetleri ve şirk kültürüyle yetişmiş bir toplumun içinden İslâmın ve îmanın zirve şahsiyetlerinin yetişmesinin bir hayal mahsûlü olmadığ, tarihî tecrübeyle sâbittir. Bugün okuyup durduğumuz Allah kelâmıyla buluşmamız da başta Allah Resûlü’nün (s.a.v) ve cihana açılmış nice nümûne şahsiyetlerin tebliğ uğruna ortaya koydukları fedâkârlıkların bir sonucudur.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) yirmi üç sene tebliğ ve irşatta bulunmasına rağmen Vedâ Hutbesinde risâletini tebliğ ettiğine dair dinleyenlerden tasdik alarak “Burada hazır bulunanlar, bulunmayanlara sözlerimi tebliğ etsinler.” buyurmuştur.21 Söz konusu ifade ‘tebliğ’in Peygamberimizin bir vasıyyeti olduğunu göstermekte ve müslümana insana ulaşma sorumluluğunu bir kez daha hatırlatmaktadır. Son din İslâmın bağlıları olarak emâneti tevdi edecek gönülleri bulmayı üzerimize bir borç bilmek durumundayız. İslâmın hedefi bütün insanlığa ulaşmaktır. Yer yüzünde tek bir müslüman bile kalsa bütün insanlığın İslâm olma ümidi ve imkânı tükenmiş değildir. Şüphesiz İslâm öz itibarıyla ilk insanla beraber var olduğuna göre davanın kişileri hatta Peygamberleri aşan bir yönü de bulunmaktadır. Allah elbette nûrunu tamamlayacaktır. Önemli olan bir müslüman olarak İslâmı öğrenme ve öğretme duyarlılığına sahip olmamız, insanlık üzerine doğan nûru ilâhinin bir hüzmesi olabilmemizdir. Her müslüman Allah’ın rahmetini ümit ederek kendi kadriyle ve kâbiliyetiyle bu faaliyete katılacaktır. Şâirin şu ifadeleri bu gerçeği ne güzel anlatmaktadır;
“Tohum saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!

Hey gidi küheylân, koşmana bak sen!
Çatlarsan, doğuran kısrak utansın! ”22
Âkıbet şüphesiz Allah’ın’dır.
--------------------------------------------------------------------------------

Dipnotlar: 1) Nûr,3/113; Tevbe,9/71. 2) Asr,103/1-4. 3) A’raf,7/70. 4) Buhârî, 185/6. 5) İsrâ, 17/77. 6) Bakara, 2/214. 7) Tevbe, 9/128. Cool Kehf, 18/6. 9) Âl-i İmrân, 3/20. 10) En’am, 6/107. 11) Kasas, 28/56. 12) Zuhruf, 43/40. 13) Enbiyâ, 23/87,88. 14) Bkz.Âl-i İmrân, 3/183; Yâsîn, 36/18; Şu’arâ, 26/162; Bakara, 2/91. 15) Ankebût, 29/14. 16) A’râf, 7/83. 17) Buhârî, Ashâbunnebî, 9. 18) İ.Hişâm, Sîret, II, 47,1995, Beyrut. 19) Abese, 80/4. 20) Âl-i İmrân, 3/159. 21) Ali Himmet Berkî, Osman Keskioğlu, Hz. Muhammed ve Hayatı, Ankara 1971, s.374. 22) Necip Fazıl Kısakürek,Çile, ‘Utansın’.

Recep Orhan Özel

https://forum16.catsboard.com

Sayfa başına dön  Mesaj [1 sayfadaki 1 sayfası]

Similar topics

-

Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz